BABA OLMA KAPASİTESİ
Sunumumuza, “baba” kelimesinin kökenine kısa bir girişle başlamak istiyorum. Çünkü bir kelimenin kökeni, sadece tarihsel değil; aynı zamanda psişik bir iz taşıyabilir.
“Baba” sözcüğü, birçok dilde çocuğun erken dönemde çıkardığı ba, pa, da gibi basit seslerden türemiştir. Bu sesler genellikle çocuğun dünyasında ilk ilişki kurduğu figürlere yöneltilir. Türkçede “baba”, İngilizcede “father”, Fransızcada “père”, Latincede “pater” gibi örneklerde görüldüğü gibi, ortak bir kökten gelir: pəter ya da pa, erk figürüyle özdeşleşen ilksel bir çağrıdır.
Yani çocuk için “baba”, önce bir sesleniştir; bir ad koyma eylemidir. Psikanalitik kuram açısından ise baba, yalnızca biyolojik bir bağın değil, çocuğun ruhsal ve toplumsal doğumunun da taşıyıcısıdır. Baba figürü, Freud’un tanımladığı gibi, çocuğun anne, baba ve çocuk ödipal üçlü çatışmasında hem bir engel hem de bir modeldir. Freud’un “baba kompleksi” olarak adlandırdığı bu içsel yapılanma, çocuğun toplumsal kuralları içselleştirmesinin ilk adımıdır. Bu kuramda baba, “yasak koyan” figürdür; annenin arzusu üzerine sınır koyarak çocuğu bu arzuya ulaşmaktan alıkoyar.
Lacan, Freud’un bu yaklaşımını genişletir. Ona göre baba, yalnızca yasak koyucu değil, aynı zamanda çocuğun sembolik dünyasını yapılandıran bir figürdür. Baba, çocuğun annenin arzusu ile kurduğu ikili bağı kesintiye uğratan üçüncü unsur olarak devreye girer ve çocuğun özneleşme sürecini başlatır.
Babanın Sembolik Rolü: Lacan’ın “Baba’nın Adı” (Nom-du-Père) Kavramı
Lacan’a göre “Nom-du-Père” yalnızca hukuki ya da biyolojik bir otorite değildir; çocuğun bilinçdışında yer eden bir anlam ve yasa sistemidir. Baba, annenin arzusuna karşı çocuğa bir sınır ve yön sağlayan sembolik bir işlev görür. Bu sınır, çocuğun hem bireyselleşmesini hem de toplumsal bir özneye dönüşmesini mümkün kılar.
Baba figürü bu bağlamda bir “yasa taşıyıcısı”dır. Ancak bu yasa yalnızca “yapamazsın” diyen bir otorite değil; aynı zamanda “dış dünyanın kurallarıyla tanışacaksın” diyen bir davettir. Bu, çocuğun dış dünya ile güvenli bir ilişki kurmasına imkân tanır.
“Evlat, babanın sırrıdır”: İbn Arabi’nin bu sözünü Psikanalitik bir bakış getirmek isterim;
Bu söz, yalnızca soyun devamını değil, babanın bilinçdışında taşıdığı arzuların, çatışmaların, hatta travmaların çocuğa geçebileceğini ima eder. Bu durum Lacan’ın “aktarım” (transmission) kavramıyla da doğrudan ilişkilidir. Çocuk, babanın sadece genetik değil, ruhsal mirasını da taşır. Babanın bilinçdışı, bir “sır” gibi çocuğun iç dünyasına geçebilir.Bu geçiş çocuğun bizzati kendisi tarafından içselleştirip kendi ruhsal sahnesine taşınır.Baba her ne kadar kendi bilinçdışı meselesini bastırmaya, inkar etmeye çalışsada kendi çocuğu üzerinden bu sır ifşa edilir. Bu genelde annelerin dilinden sıkça duyarız, babası kılıklı.İşte bu kılık annenin gözünde babanın bilinçdışının bir tasfiri midir ?
Klinik Örnek:
Bir erkek çocuk düşünelim. Bu çocuk, zaman zaman sebepsiz yere kendisini yetersiz, değersiz, hatta suçlu hissediyor olabilir. Çevresel koşullara baktığınızda bu hisleri açıklayacak doğrudan bir etken göze çarpmaz. Ancak baba ile kurulan ilişkiye bakıldığında, duygusal olarak mesafeli ama aynı zamanda çocuğu aşırı idealize eden bir baba figürü görülür.
Bu babanın kendi öyküsüne biraz yaklaştığınızda, babasından — yani çocuğun dedesinden — küçümsenmiş, değersizleştirilmiş bir çocukluk geçirdiği anlaşılır. Fakat bu deneyim, baba tarafından hiçbir zaman açıkça dile getirilmemiştir; hatta büyük ölçüde bastırılmıştır. Bu değersizlik duygusu bilinçdışına itilmiş, ancak zihinsel olarak işlenmemiş bir parça olarak kalmıştır.
Ve bu ‘işlenmemiş duygu’, farkında olmadan oğluna aktarılmıştır. Baba, bu duygudan kaçınmak adına ya çocuğunu abartılı bir şekilde över — ki bu aslında kendi içindeki değersizlikle baş etme biçimidir — ya da kendisine yapılanı tekrarlayıp, çocuğu bilinçdışı bir şekilde küçümseyebilir.
Sonuçta, çocuk kime ait olduğunu tam olarak anlayamadığı bir ruhsal yük taşımaya başlar. Bu yük, çocuğun ruhsal yapılanmasında yer edinir; benlik algısını, başkalarıyla ilişkilerini ve hatta kendi iç sesiyle olan temasını etkiler.
Bu tür aktarım örnekleri, psikanalitik kuramda “kuşaklararası aktarım” (transgenerational transmission) başlığı altında ele alınır. Anne-babanın travmaları, bastırılmış duyguları, yas tutulmamış kayıpları ve çözülmemiş içsel çatışmaları, çocuk tarafından adeta sezgisel düzeyde algılanır ve içselleştirilir. Bu aktarım, kelimelerle değil; duygular, sessizlikler, bakışlar ve tepkiler aracılığıyla gerçekleşir.
Winnicott, bu tür “adı konmamış duyguların” çocuğun gelişiminde nasıl boğucu olabileceğini; Bion ise, ebeveynin düşünceyi işleyememesi durumunda çocuğun zihinsel gelişiminin bu ‘ham duygular’ tarafından nasıl engellenebileceğini dile getirir.
Winnicott’a göre baba, yalnızca bir sınır koyucu değil; aynı zamanda çocuğun dış dünyayla güvenli bağlar kurmasını sağlayan bir **“köprü figür”**dür. Annenin birincil bakım işlevine karşılık baba, çocuğun bireyselleşmesine, yani “ben” olmasına alan açar. Winnicott, “Babanın işlevlerinden biri, annenin çocuğa fazla yaklaşmasının önüne geçmektir” diyerek, babanın çocuğun bağımsızlaşma sürecindeki rolünü vurgular. Ayrıca Winnicott’un “holding” kavramı, babanın da çocuğu duygusal olarak taşıyabilme kapasitesini içerir.
Françoise Dolto’ya göre ise baba, çocuğun sembolik dünyasında yer alabilmesi için annenin bakışında bir değer taşımalıdır. Eğer anne, baba figürünü değersizleştirirse, çocuk da o figürü içselleştiremez. Dolto’nun yaklaşımında baba bir bireyden çok bir pozisyondur: “Sembolik baba yerini doldurmak”, biyolojik babalık kadar önemlidir,Dolto ayrıca, çocuğun bedeniyle ifade ettiği duyguların (le corps parlant), yani henüz söze dökülemeyen içsel çatışma ve arzuların beden aracılığıyla dışavurumunun, baba figürüyle nasıl ilişkilendiğine dikkat çeker. Ona göre çocuk, kimi zaman kelimelerle değil, beden diliyle konuşur: suskunluk, iştahsızlık, alt ıslatma, huzursuzluk gibi semptomlar çocuğun iç dünyasının mesajlarıdır. Bu ifadeler, çocuğun yalnızca annesiyle değil, babasıyla olan ilişkisine dair de çok şey söyler. Baba figürünün ruhsal varlığı ya da yokluğu, çocuğun bu bedensel dilinin şekillenmesinde önemli bir etkendir. Eğer çocuk, babayı sembolik olarak içselleştiremezse ya da baba duygusal olarak erişilemezse, bu durum beden yoluyla dile gelen bir eksiklik, bir çatışma olarak tezahür edebilir. Dolto için beden, ruhsal çatışmaların ilk sahnesidir ve bu sahnede baba figürünün etkisi belirleyicidir.
Baba Olmak: Bir İlişkisel Kapasite
Psikanaliz bize, baba olmanın bir “rol” değil, bir ilişkisel kapasite olduğunu söyler. Bu kapasite, çocuğun özerkliğini tanıyan ama onu duygusal olarak yalnız bırakmayan bir dengeyi içerir. Bazen çocuğun dünyasına eşlik eden bir oyun arkadaşı, bazen sınır koyan bir rehber, bazen yalnızca yanında sessizce duran bir figür olmak…
Baba olmak, sadece biyolojik bir gerçeklik ya da toplumsal bir rol değil; esasen dinamik ve çok katmanlı bir ilişki kapasitesidir. Bu kapasite, babanın kendi iç dünyasında geliştirdiği olgunluk, duygusal erişilebilirlik ve sembolik işlevlerle doğrudan bağlantılıdır. Baba, çocuğun hayatına katılırken, aynı zamanda kendi tarihsel ve kültürel mirasını, arzularını ve travmalarını da taşır. Bu yüzden baba olmak, sürekli bir denge kurma ve yeniden anlamlandırma sürecidir.
Bir klinik örnek daha verecek olursam; ki bu örnek sizlere sunum için ismini değiştirerek ve gerekli sansür uygulanarak yazılmıştır.
“Bazen en derin duygular, hiç konuşulmayanlarda taşınır.”
Ahmet, 9 yaşında bir erkek çocuk. Sessiz, içe dönük ve çoğu zaman okulda “sorun yaratmayan çocuk” olarak tanımlanıyor. Ancak öğretmenleri, Ahmet’in göz temasından kaçındığını, başarısızlıktan çok korktuğunu ve küçük hatalar yaptığında bile kendini ağır şekilde suçladığını fark ediyor. Aileyle görüşmelerde babanın oldukça otoriter, mesafeli ve duygularını pek ifade etmeyen biri olduğu görülüyor.
İlk bakışta baba oğluna zarar vermiyor gibi görünse de, ilişkilerinde belirgin bir duygusal donukluk var. Baba, oğlunun başarılarını bile yüzeysel övgülerle geçiştiriyor, duygusal yakınlık kurmaktan kaçınıyor.
Daha derinlemesine görüşmelerde, babanın kendi çocukluğunda annesini çok küçük yaşta kaybettiği ve babası tarafından “erkek adam ağlamaz” inancıyla büyütüldüğü ortaya çıkıyor. Bu kaybın ardından gelen yas, asla yaşanamamış. Baba çocukken ihtiyaç duyduğu duygusal teması alamamış; hatta bunun eksikliğini fark edecek bir dile bile sahip olamamış.
Bugün baba, kendi oğlunun duygusal ihtiyaçları karşısında şaşkın, bazen kayıtsız, bazen öfkeli. Çünkü o ihtiyaçlar, babanın çocukluğunda yaşayamadığı kendi yarasını harekete geçiriyor. Farkında olmadan oğluna “duygu taşımanın zayıflık” olduğunu gösteriyor.
Ve böylece işlenmemiş bir yas, kuşaklar arasında dolaşmaya devam ediyor. Ahmet, bu duygusal suskunluğun ortasında, “hissetmemesi gerektiğini” öğreniyor. Kendi incinmişliğini bastırıyor, başarıyla değer kazanabileceğini zannediyor ama içten içe kendisini “eksik” hissediyor. Kime ait olduğunu bilmediği bir duygusal yükün altında eziliyor.
“Ahmet’in yaşadığı kaygı, sadece kendi deneyimlerinden değil; babasının konuşamadığı bir kaybın, yaşanamamış bir yasın çocuğun ruhsal alanına sızmasından kaynaklanıyor olabilir. Bazen çocuklar, ebeveynlerinin bastırdığı acıların yankısını kendi benliklerinde taşırlar.” Baba olmak, sadece bir “figür” olmak değil; bir ilişki kurabilme yetisidir. Bu yeti, çocuğun ruhsal gelişiminde yön gösterici, duygusal olarak taşıyıcı ve anlam kurucu bir işlev üstlenir. Psikanaliz, babalığın bu çok boyutlu doğasını ortaya koyarak, her babanın kendi içsel çalışmasını yapmasının da bir sorumluluk olduğunu hatırlatır.