Analiz, hastanın kendisini ve bilinçdışını tanıdığı bir süreçtir; yalnızca analist değil hasta da bu süreçte bir pay sahibidir.
Dil, size iş görsün diye verilen ama aslında size ait olmayan bir araçtır. Çalışır görünür, ama çoğu zaman arıza yapar. Size ait olmayan yolları takip eder, sizi kendi rotasına zorlar. Tıpkı ikinci el bir araba gibi: başkasının ayarlarına göre düzenlenmiş, siz henüz kontağı çevirmeden yönü çoktan belirlenmiş.
Freud, bilinçdışının “konuştuğunu” fark ettiğinde, aslında bu aracın sürücüsünün sanıldığı gibi bilinç değil, bastırılmış olan şeyler olduğunu göstermişti. Lacan ise bu fikri daha da ileri taşıyarak şunu söyledi: “Bilinçdışı bir dil gibi yapılanmıştır.” Yani, biz konuştuğumuzu sanarken, aslında dil bizim adımıza konuşur. Bu da demektir ki, o araca hâkim olduğunu sanan özne, çoğu zaman kontrolü elinde tutmaz.Analiz sürecinde bu aracın işleyişi özellikle görünür hale gelir. Eğer analizan anlatımını analistin anlaması üzerine kurarsa, direksiyonu tekrar başkasına teslim etmiş olur. Yani dil yine ötekinin hizmetindedir ve araç, özneyi kendi rotasından saptırır.
Ancak analizan, bu aracı kendi sorularını sormak, kendi yollarını keşfetmek için kullanmaya başlarsa, işler değişir. Dil bir iletim aracı olmaktan çıkıp keşif aracına dönüşür. Bu noktada Lacan’ın temel pozisyonu devreye girer: Psikanalizde “çalışması gereken” analist değil, analizandır. Analist, yalnızca yol boyunca beliren sessizlikler, yön levhaları, arızayı gösteren uyarılar gibidir. Ama kontağı çeviren, gazı veren ve direksiyona oturan her zaman analizandır.
Bu nedenle analiz, bir anlayış değil, bir çalışmadır. Anlamak değil, çalışarak anlamdan düşmek gerekir. Çünkü bazen araç doğru çalışmıyorsa, bozulduğu yerde gerçek güzergah görünür hale gelir.