Psikanalitik Çalışma Çerçevesi

Bugün buraya, psikanalitik çalışmanın ilerlemesi için en uygun çalışma koşullarının ve bu çalışmanın işleyişine nasıl etki ettiklerini ele almak üzere, hazırladığım sunumu sizlere anlatmak amacıyla geldim. Öncelikle bu kuramı keşfeden ve bu keşfediş sırasında birçok klinik gözlemle beraber çeşitli denemeler yapan Sigmund Freud’un, psikanalitik çalışmanın çerçevesine dair bizlere neleri öğütlediğine ve bu çerçevelerin çalışmanın sürecinde nasıl etkili olduğuna değinerek ilerlemek istiyorum. Sonrasında ise bu kuramın zamansal ilerleyişinde ve gelişiminde etkisi olan, kendi klinik deneyimleri üzerine yorumlar getiren bazı psikanalistlere de yönelmekte fayda olacağını düşünüyorum.

Bir analizanla çalışmaya başlamadan önce, ilk olarak analizanın neden ve tam da şu anda bu tedaviye başlamak istediği üzerine bir görüşme gerçekleştirilir. Bu görüşme esnasında analizanın yapısı –bu yapı nevrotik mi, psikotik mi ya da sapkın mı ?– üzerine analistin gözlem yapması ve sorduğu sorularla sürecin içerisinde kendi pozisyonuna ve analizanın pozisyonuna dair bazı çıkarımlar yapması önem teşkil eder. Bu çıkarımlar bazen ilk görüşmede yapılması mümkün olabilirken bazı durumlarda ise uzun süreli dinlemeler gerektirdiğini klinik deneyimlerimiz bizlere göstermiştir. Başvuran analizanın yapısının keşfi analist için çalışma çerçevesinin yapısını belirlerken ciddi önem teşkil eder.

Kısaca;

 Bu sözünü ettiğim anlatım yanlış anlaşılmaya müsait olduğu için bu kısmı açmaya gerek olduğunu düşünüyorum. Bu yapısal keşif demek değildir ki analizan için siz bu rahatsızlığa sahipsiniz ve bu rahatsızlığınızın nedenleri bunlar ve bunları yaptığınızda artık keyifli bir yaşam süreceksiniz. Bu şekilde bir duruşa sahip analist kesinlikle Freud’un psikanalitik çalışma teorisine ters düşecektir. İşte böylesi bir tutum ancak analistin kendi gerçekliğini göz önüne alarak, ona başvuran kişileri bu gerçekliğe uyumlanmaya zorlamasına neden olacaktır. Bu pozisyonu benimsememek ve kendini ideal bir kişi gibi başvuran kişinin önüne çıkarmamak bir psikanalitistin benimsemesi gereken yeğane etik poziyondur. Analist burada bilen ve analizanın gerçekliğinin duyulmasını kendi teorik bilgileriyle kapatan değil tam aksine başvuran analizanın aslında anlattığı gerçekliğinin onun unutulmuş geçmiş anılarının bir geri dönüşünün tezahürü olduğunu hesaba katarak bir adım uzaklığın korunmasını sağlamalıdır. Analizanın bu unutulmuş geçmişinden getirdiği malzemeleri bu uzaklıktan oluşan boşluğa analist tarafından bazen bir yorum ile bazen de analizanın kelimelerini ona geri yansıtmasıyla analizanın bilinçdışında bir hareketlilik ortaya çıkaracaktır. İşte bu hareketlilik sayesinde sabit olan tekrarlama zorlantısında bir dönüşüm ihtimali mümkün hale gelecektir.

Aksi durumda her şeyin bilindiği ve bu bilgiler ile yaşamanın zorunda kalındığı bir gelecek içerisinde özne kendini konumlandırmak zorunda kalacaktır.

İşte psikanaliz öznenin zihninde var olan bu boşluklar sayesinde kendini ortaya çıkarabilen bilinçdışı ile çalışmanın zorunlu olduğu çalışma stilini benimser ve bu, gündelik hayatta hiçbirimizin –en azından analize başlamadan önce– farkında dahi olmadığı bir çalışma tarzıdır. Bilinçdışına yönelik bir çalışma olması için de bu çalışmaya dair ilerleyişin bir yönü olmalıdır. Bu yön farklı yerlere taşmasın ya da taştığında fark edilip üzerine çalışılabilsin diye sağlam bir zemine, yani çerçeveye/dayanağa yerleştirilmesi gereklidir.

Bu yerleştirme, bilinçdışına erişebilmek ve onunla çalışabilmek için öncelikli bir önem arz eder. Fakat bir psikotik özne ile çalışmaya başladığını fark eden analist, ortada bir bastırmadan bahsedemeyeceğimiz için bilinçdışı bir çalışma çerçevesinden de vazgeçmek durumunda kalacaktır. Bu vazgeçiş sizlere  psikanalizin psikotik özneler ile çalışmada elinde bir imkan olmadığını düşündürmemeli. Aksine psikotik öznenelerle çalışmada oldukça yeni keşifler yapan ve günden güne bu çalışmaları genişleten bir ilerleyişe sahiptir. Bugün bu kısıma girmeyeceğim fakat Freud’un 1911 ‘de Schereber vakası üzerine yaptığı önemli çalışmaları ve Lacan’nın psikoz kliniği üzerine Freud’un bu çalışmalarına geri dönerek derinleştirdiği ve uzmanlık tezini psikoz üzerine yürüttüğünü hatırlatmakta fayda görüyorum.

Diğer bir yapı olan Sapkın’a gelecek olursak –ki bu yapıdaki analizanlar diğer yapılara kıyasla analize nadir gelirler. Bu yapının işleyişininde nevroz ve psikoz kliniğine göre oldukça farklılıklar içermektedir. Bu farklılıklar analizanın kastrasyona verdikleri farklı cevaplarla ortaya çıkmaktadır. Bugün bu farklılıkların detaylarına girişmeyeceğim fakat çalışma çerçevesinin belirlenmesinde yapının idrakının önemi başlı başına ortadadır.

Çerçevenin sağlam bir zemin olmasından söz etmiştim. Bunu yine tekrar etmekte fayda var; çünkü her yapının zemini ve inşa süreci çok farklıdır. Bu da bize çerçevenin analiz sürecinde, analizanla kurulan ilişkide ne kadar hayati bir yer tuttuğunu göstermektedir.

Nevroz çalışmasına dönecek olursam. Sigmund Freud’dan bir alıntı yaparak bunu derinleştirmeyi deneyeceğim: 1937 tarihli Analizde Yeniden İnşalar adlı eserinde, sayfa 259’da şöyle demektedir:

“Analistin görevi, unutulmuş olanı sezmek ya da daha doğrusu, unutkanlığın elinden kaçmış ipuçlarına dayanarak yeniden inşa etmektir.”

Burada “yeniden inşa” kelimesi, beni sağlam bir zemin, çerçeve, dayanak gibi kelimeleri kullanmaya itmiştir. Çünkü analizan, bu yeniden inşa sürecinde birçok zorlu çalışmadan geçebileceği için, sağlam ve yeni keşiflere açık koşullarla ilerlemesi süreç için faydalı olacaktır.

Şimdi ise çerçevenin neleri kapsadığına bir bakalım; bu çalışmanın belirli aralıklarla ve düzenli bir şekilde sürdürülmesi, ayrıca analizanın bu çalışmayı sürdürme arzusuna sahip olması, çerçevenin dış kısmıyla ilgili ilk koşullarından biridir.

Bir diğer unsur ise analizanın çalışma alanına bilinçdışı malzemeleri getirebilmesi için serbest çağrışım yapması ve bu çağrışımları sansürlemeden, aklına ilk geldiği gibi –mantıksız, saçma ya da o an konuşulan konuyla ilgisiz bile görünse– analistine aktarması gerekmektedir. Bu çalışma metodu, bilinçdışının çağrışım ağına ve bastırılan anılara ulaşılmasına imkân sağlayan önemli koşullardan biridir.

Sigmund Freud, psikanalizin ilk eserlerinden biri olan Histeri Üzerine Çalışmalar (1895) metninde, sayfa 255’te şöyle demektedir:

“Terapinin başarısı, hastanın düzenli katılımına ve aklına gelen her şeyi seçmeksizin söyleme istekliliğine bağlıdır.”

Freud burada, çalışmanın ilk önemli koşullarına doğrudan işaret etmiştir.

Bununla birlikte çerçevenin içeriğinden bahsetmeye devam edecek olursam; konuşma sırasında dil sürçmeleri (lapsuslar), bir kelimenin unutulması ya da söylerken tökezlenmesi, kelimeler arası boşluklar ve Freud’un dediği üzere  bilinçdışına ulaşmanın Kral yolu olan rüyalardır. Analist, çalışma gereği tüm arzusunu ve dikkatini bu alana yönlendirmelidir.

Analizan oralarda durmak istemese bile –ki burada direnç devreye girecektir– ilk yapılan anlaşma uyarınca önemli olanın orası olduğu analizana hatırlatılabilir. Bu hatırlatma, çerçeveyi işe çağırmaya davet etmek anlamına gelecektir.

Bu duruma dair, Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın 1953’te Roma’da verdiği Psikanalizde Dilin ve Sözün İşlevi başlıklı konuşmasından bir alıntı yapmak istiyorum:

“Analistin tek otoritesi, öznenin hakikatinin dile gelebileceği sözü işgal etmesidir.”

Kendimi tekrar etmiş olacağım ama Lacan’nın işaret ettiği yer tamda analistin otoritesinin ne bilgisi ne de konumuyla ilgili olmasıdır. Burada analistin tek otoritesi, bilinçdışı malzeme üzerine analizanı düşünmeyi teşvik etmesidir.

Psikanalitik çalışma ilerledikçe, analizan bastırılmış içeriklere ulaştıkça ve arzusuna dair sorumluluklar alması söz konusu oldukça –ki bunlar süreç içerisinde aşama aşama ortaya çıkan etmenlerdir– farklı durumlar eşlik etmeye başlar. Bunlardan biri birkaç dakika önce bahsettiğim direnç, diğeri ise şimdi ilk kez sözünü edeceğim aktarım.

Bu iki unsur, psikanalitik çalışmayı öncelikle mümkün kılan; fakat eğer üzerine çalışılmaz, göz ardı edilir ya da hiçbir koşulda ortaya çıkmazsa, çalışmanın mümkünlüğünü tehlikeye sokabilecek önemli unsurlardır.

Sigmund Freud, 1912 tarihli Aktarımın Dinamikleri adlı eserinde bu iki unsura şu şekilde değinmiştir:

“Direnç, aktarımın içinde ve aracılığıyla ortaya çıkar; çünkü hastanın geçmişten getirdiği bastırmalar, en güçlü biçimde analistle kurduğu ilişkide yeniden canlanır.”

Burada analist, analizan tarafından geçmişte kurduğu ilişkilerden önemli gördüğü kişilerden birinin yerine koyulmaya başlanır. Kısaca aktarımı böyle açıklayabiliriz; fakat bu açıklama, aktarımın önemli detaylarını kapsamamaktadır. Bu yüzden üzerine derin okumalar yapılması gereklidir.

Hatırlatmak amacıyla, Freud’un gözünden kaçırdığı ve analiz sürecinin sekteye uğradığı Dora Vakası üzerine söylediği bir sözü aktaracağım: “Aktarıma gafil avlandım.” Dora’nın Freud ile olan çalışması sekteye uğramış olsa da, Freud bu deneyim üzerine düşünürken aktarım olgusunu keşfetmiştir.

Aktarım, terapötik ilişkinin başlamasını ve devam etmesini sağlarken, aktarımın şiddeti –yani analistin yerine koyulduğu kişi bağlamında yönü– analizin ilerlemesini ciddi şekilde zorlaştıran ve analizanın konuşmasını güçleştiren bir dirence dönüşebilir. İşte tam da bu durumda çerçeve, aktarım ilişkisinin ortaya çıkaracağı eylemleri engelleyebilir ve bu engellenen eylemi konuşma yoluyla simgeselleştirip yeniden çalışır kılabilir.

Lacan, 1966’da Écrits’de (s. 215) aktarım ve direnç üzerine şöyle demiştir:

“Aktarımın gerçeği, aşkın gerçeğidir; analist bu aşkın nesnesi olarak değil, onun yanılsamasının sahnesinde yer alır.”

Bu söz bağlamında aklıma gelen şey şudur: Analist, ancak aktarımın nesnesinin sureti yerine geçer; fakat bunu eyleme dökmez, yalnızca suretine bürünür. Bu bürünme sayesinde –ve tabii ki eylemin yerine geçen söz sayesinde– analizanın bilinçdışı, semptomu ve onun hakikati üzerine bir çalışma mümkün olabilir.

Çerçeve burada, her iki tarafı da yalnızca simgeselin üzerine inşa edilen bir çalışmanın içerisinde tutmaktadır. Çerçevenin olmadığı durumda, analist analizanın aktarımına eylemle cevap verirse, bu durumda analizan, tekrar ettiği temel fantazmının bir nesnesi haline gelme tehlikesiyle karşılaşacaktır.

İşte tam da bu noktada, psikanalitik çalışmanın çerçevesi ihtiyaç haline gelir. Analizana, eylemden ziyade bunu söze dökmeyi öne sürmeli ve yeniden anlamlandırmayı sözle sağlamalıdır. Bu, hiçbir zaman eyleme geçme(acting out) olmayacağı anlamına gelmez; çerçeve eyleme geçmenin önünü tıkamaz. Ancak analistin, bu eyleme geçişe dönüt vermesinin ya da buna dair konuşmanın ötesinde bir hamle yapmasının önüne geçer.

Burada Lacancı manevralardan bahsetmiyorum; onlar eyleme geçişten farklı bir işleyişe ve amaca sahiptir.

Bu zamana kadar bahsettiklerim genel olarak çalışmanın içeriği ve gidiş şekline dair bir çerçevelendirmenin nasıl ve neyi hedeflediği şeklinde olmuştur.

Çalışmanın daha “dışı” olarak gördüğüm kısımlara bir bakalım: haftalık görüşmelerin sıklığı, çalışmanın bedeli, çalışmanın süresi, çalışmanın dışında analizan ve analistin tutumu, mahremiyet ve ödenecek bedelin analiste veriliş şekli. Freud 1913 tarihli Tedavinin Başlangıcı Üzerine adlı metininde şöyle der:

 “Parasal meselelerin yalnızca hastayı ilgilendirmediğini unutmamalıyız; bunlar hekim ile hasta arasındaki kişisel ilişkiyi de etkiler. Bu nedenle tedavi açısından daha iyi olan, analistin ödemelerin düzenli bir şekilde yapılmasında ısrar etmesidir. Hekim, ücretlerinden vazgeçerek ya da ödemeler için çok uzun süre bekleyerek kendisini hastasına bağımlı hale getirmemelidir. Öte yandan, hastanın da onun uğruna fedakârlık yaptığını hissetmesine izin vermemelidir.”

Burada Freud, aktarımın sabitliğini korumak için dışarıdan gelecek ve ilk başta belirlenen anlaşmanın dışına çıkacak herhangi bir ödeme biçimini kabul etmemek gerektiğini vurgulamaktadır.

Fakat analizan analitik arzusunu sürdürmek istiyor fakat ödemelerde zorlanıyorsa, analist kaynaklara bakarak yeni bir ödeme stili geliştirebilir.

 Lacan’ın 1975’ bir konferasında söylediği gibi;

“Analizanlarımdan öğrendiğim her şeydir; psikanalizin ne olduğunu onlardan öğreniyorum. Müdahalelerimi onlardan ödünç alırım, kendi öğretimimden değil.

Bu durumda analiste düşen, aktarımı, direnci ve çalışma arzusuna dair gerekli koşulları göz önüne almak ve buna dair yeni bir öneriler getirmektir. İşte bu durumda psikanalitik çerçevenin kuralcı, ahlakçı bir tutumundan ziyade çalışmayı mümkün kılacak formülasyonları çalışmanın içerisinde geliştirmesidir  . Sadece kurallar ve bunların sabitliği ile uğraşan analistlerin bu sabitliği kendi lehlerine kullanmadıklarına kim karşı çıkabilir ? İşte bu sabitlik analistin kendi aktarımlarıyla yaşadığı sorunları kapatmanın bir yolu olabilir mi ? İşte tam da burada söylemekte fayda var psikanalistin kendi analizi ve süpervizyon süreci bu çalışma çerçevesi için olmazsa olmazıdır. Aksi durumda yenilikçi ve her kişinin biricik öznelliğine göre yeni bir keşif ve müdehale şekli nasıl mümkün olabilirdi ? İşte burada psikanalitik çalışmayı sadece yavan bir teori dışında mümkün kılan analizanlarımızla edindiğimiz yeni klinik keşiflerlerdir. Freud bunun en önemli örneğidir. Her yürüttüğü çalışmadan yeni deneyimler ve teknikler icat etmiştir. Bu sabitliği kırmada ve kliniklerimizi yeniliğe açmada ise Lacan bizi cesaretlendirmiştir.

Çerçeve her zaman konuşulabilmeye alan açan ve arzuyu bilinçdışından dillendirmeyi mümkün kılan bir yerden olmalıdır. Psikanalitik çerçeve bu bağlamda doğru okunmalıdır; aksi halde analizanı ketleyebilir, hatta zulme, cezaya ya da sömürülmeye uğratılma düşlemlerini açığa çıkarabilir. Bunların aktarım bağlamında konuşulması mümkündür elbette, ama dediğim gibi çerçeve konuşmanın önünü açtığı  sürece bu mümküniyet söz konusu olabilir. Bugün beni dinleme sabrını ve arzusunu gösterdiğiniz için teşekkür ederim.

Diğer yazılarımız

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir